en
Çakıl Taşları, Gök Taşları, Yer Çekimi ve Kırmızıya DairKeçeler - Yeni Maddesellik: Günnur Özsoy'un Keçe Heykelleri Üzerine Hatıralar ve Mektuplar Akisinin İddiası - Günnur Özsoy ve Melis Golar söyleşisiHabitustan Momentuma, Nesneden Yapıya GeçişIşık Bütün, Benim Dünyam ParamparçaEsma Sultan'da Costa MeaCosta MeaCosta Mea ÜzerineGünnur İçin NotUfuk çizgisinin aşağısından ve yukarısından öykülerHız, tazelik ve canlılık - Günnur Özsoy ve Marcus Graf söyleşisiRastlantı ve Tasarı İkilemiÇakıl Taşları - Genel Yazı Günnur Özsoy'un HeykelleriBütün Gün / Her Gün 2Sanatın bir amacı var; o da ruhun zapturapta alınması. Paul Valéry
Hatıralar ve Mektuplar
Marcus Graf, Günnur Özsoy, 2017-18
21.03.2018
Önsöz


Bu küçük kitap, sanatçı Günnur Özsoy ve benim aramda karşılıklı yazılmış on beş mektubu içeriyor. Neredeyse bir yılı aşkın bir süreç içerisinde, sanatçının güncel çalışmalarıyla PG Art Gallery’de gerçekleşecek kişisel sergisi üzerine kapsamlı yazılı bir diyalog sürdürdük. Bu söyleşiler sırasında, sanat ve sanatın çok yönlü bileşenleriyle ilgili konuları da tartıştık.
Sanatçının çeşitli serileri üzerine muhtelif yazılar yazdım ve daha öncesinde kendisiyle birkaç röportaj gerçekleştirdim. Bir sanat tarihçisi olarak, asıl çalışmanın özgün kaynağını en doğru şekilde ortaya koyduğundan ve hem kavramsal hem de biçimsel anlamların anlaşılır kılınmasına yardımcı olduğundan dolayı sanatçı röportajlarına büyük önem veriyorum. Günnur’dan gelen bu entelektüel paylaşım davetini kabul etmemin nedeni tam da budur. Bu yazılı diyaloğumuzun sanatçının çalışmalarının anlaşılmasına ve düşünceye teşvik etmeye katkıda bulunacağını ummakla beraber bu mektupların sanatçının düşünme ve çalışma süreçlerini en doğru şekilde açıklığa kavuşturduğuna inanıyorum.
Marcus Graf


24.02.2017
Mektup 1

 
Sevgili Marcus,
 
Sana mektup yazıyorum, “Hayırdır inşallah” diyebilirsin, inşallah hayırdır! 
Bu mektup yazma hikâyesi nereden çıktı onu izah etmeğe çalışayım… Geçen hafta Ankara’daydım. Siyah Beyaz’ın 33. yılı için bir sergi yapıldı. Biliyorsun, geçen yaz Faruk Sade‘yi kaybettik. Onun ardından, Fulya ve Faruk’un kızı Sera, babasının defterlerinden birinde “Sanatın asıl kurtarıcı tarafı, bizi varlığımızdan şüpheye düşürmesidir” diye bir not bulmuş ve ben dahil birçok sanatçıyı haberdar ederek, Faruk ve bu sözünden yola çıkarak bir sergi yapacaklarını, katılıp katılmayacağımı sordular. Benim cevabım kafadan evet oldu. Çünkü, Faruk gerçekten çok sevdiğim bir insandı diye yazmak istemiyorum, onun taşkın varlığı benim için baki. Benim o ruhani tarafımı en iyi bilen insanlardan biri sensin, ne demek istediğimi anladığını sanıyorum. Neyse, sergi açılışı cumartesi günüydü, ben perşembeden gittim. Tunalı Otel’e çantamı atıp, doğru Siyah Beyaz’a yürüdüm. Biliyorsun ben Ankaralıyım, yürürken de Kuğulu Park’ın içinden yürümem gerekiyordu. Biz Ankara’da otururken, genelde ablalarımla ya Tunalı’ya ya da Kızılay’a yürürdük, bazen dolmuşa binerdik ama Kuğulu Park benim için hep özel bir yer olmuştur. O zamanlar biraz daha büyük bir yer gibi gelirdi, oysa pek ufak bir alan. Görmediysen, küçük bir gölet ve içinde kuğular olan bir yer hayal et. O gün hava güneşli ve nispeten sıcaktı, ben de cep telefonumla oradan bir video çekip Instagram Stories’de “çocukluğum” başlığıyla paylaştım. Antrparantez, Instagram’a beni Pırıl soktu ve orada pek bir eğleniyorum, çoğunlukla heykellerimi paylaşıyorum, böylelikle farklı kişilere ulaşıyorlar. Sanırım sen pek aktif kullanmıyorsun, bence kullanmalısın. Neyse, nerede kalmıştım... Siyah Beyaz’a yürümeye devam ettim. Yaşadığım duygu heyecandı, ne garip değil mi?... İnsan neden heyecanlanır?
 
Ertesi gün oldu, akşam 19.00 gibi tekrar Siyah Beyaz’a gittim, bu defa bardayız, şehir dışından yeni gelenler olmuş… Öpüş koklaş, sonra barın üstünde pembe bir kitap fark ettim. Aaa!, serginin kitabı! Dışı pembe, iç sıvaması nefis ve sayfaları çevirdim... Sera‘nın Faruk için yazdığı bir yazı var, bir satır okudum, ağlarım diye kapadım… Sonra hep beraber yemeğe gittik. Sıra gecelerinde olduğu gibi bir masa, Sera ayakta minik bir konuşma yaptı, sonra gecenin sonlarına doğru, elinde benim olduğum sayfa açık, şişman uçlu bir kalem uzatarak o sayfaya bir şeyler yazmamı istedi. Yazdım... Kalemle ilgili kendimce espriler yaptıktan sonra Sera’ya kitabın çok güzel göründüğünü ancak, onun yazdıklarını okurken ağlayacağımdan korktuğum için sonra bakacağımı söyledim. Sera da, düğününden sonra balayına çıkarken Faruk’un ona bir zarf verdiğini söyledi… Ben durur muyum? Atladım, “Herhalde dolar dolu bir zarf,” dedim. Sera’cığım bunun bir mektup olduğunu söyleyip, telefonuna kaydettiği o mektubu okumam için bana verdi, okudum ve korktuğum daha doğrusu kaçındığım şey başıma geldi, gözyaşlarım tutması mümkün olmayacak şekilde fışkırdı. Meğerse, Sera’nın kitaptaki o yazısı, Faruk’un o mektubuna istinaden bir karşılıkmış… Ertesi gün cumartesi ve açılış olacak… Ankara’ya gidiyorum diye, orada yaşayan akraba ve birkaç arkadaşıma haber vermiştim. Bunlardan biri de Sultan, öğlen aradı ve açılışa geleceğini söyledi, akşamüstü buluştuk, galeriye doğru yürürken, benim ona 1985 yıllarından itibaren yazdığım mektupları getirdiğini söyledi. İnan, orada bir tavan olsa götüm tavana vururdu, o kadar heyecanlandım ve sevindim. Zaten buluştuğumuz daha önceki zamanlarda da bana o mektuplardan, yazıların çok komik olduğundan bahseder ve zarfların el yapımım olduğunu, taa o zamanlardan yaratıcı bir kişi olduğumu anlatır dururdu… Neyse, sonunda Sultan arabasından bir tomar mektubu getirdi ve galerinin önünde bana verdi, sevinç içindeydim, sanki gençliğim elimdeydi. Mektuplardan birine şöyle bir bakıp çantamın içine koydum. Şimdi Faruk ve dostlarıyla olma vaktiydi. Sergi çok kalabalıktı, ben “Costa Mea” serisinden bir heykelle katıldım. Sera onu kapının tam karşısındaki pencerenin önüne yerleştirmiş, yanında Ömer’in babası Cengiz’le evlendiğim zaman Faruk’un bize yolladığı not. Şöyle yazmış: “Tebrikler sizi seviyoruz. Fulya/Faruk Sade, yarın sergi açılışı var, bizi affedin.” Ve dudağına ruj sürüp öpmüş, üzerine de kalemle bıyık yapmış. Ne esprili öyle değil mi? O zaman çok hoşuma gittiği için, onu Paul McMillen’ın çektiği siyah beyaz bir fotoğrafın paspartu kısmına yapıştırmıştım.
 
Gecenin sonlarına doğru Nevzat’la Siyah Beyaz’dan ayrıldık, otele yürürken Sultan’ın ona yazdığım mektupları bana geri verdiğini söyledim ve birkaçına beraber bakmaya karar verdik. Gerçekten çok eğlenceliydi… Nevzat mektup yığınları içinden görüntüsünü ilginç bulduklarını seçip yüksek sesle okudu. İçerik oldukça çocuksu ve o dönemime aitti... Sık sık esprilerle dolu olan yazıların yanında süslemeler, kalpler, dudağımı rujla boyayıp öptüğüm alanlar, abuk sabuk çizimler, kolaj denemeleri ve kendi yaptığım zarflar… Nevzat “Adam olacak çocuk o zamandan belliymiş,” dedi. Ben çok güldüm ve “Dâhi çocuk Bedri Baykam ben miyim?” oldum.
 
Nevzat gittikten sonra ben okumaya devam ettim, çok ilginçti, çünkü çoğu zaman kendi yazımı tanıyamadım ve yoğun disleksik olduğumu fark ettim. Örneğin Hatice yazacağıma sürekli Fatice yazmışım... Bazı yerlerde yüksek sesle kahkahalar atarak epey bir mektup okuyup yattım.
 
 
Marcus’çuğum, sergi açılışının ertesi sabahı İstanbul’a dönmek için hazırlandım. Bu arada yazmayı unuttum. Sultan’ın bana verdiği mektupların içinde, başkalarının ona yazdığı mektuplar da vardı, onları ayırıp paket yapıp, geri alabilmesi için resepsiyona bırakıp ayrıldım. İstanbul’da eve girer girmez mektupların geri kalanını okudum ve mektuplarda adı geçen, bende de telefonları olan üç eski arkadaşımı aradım. Hikâyeyi tek tek onlara da anlattım. Bu taze bilgilerden dolayı konuşmalarımız çok neşeliydi. Cemal’le konuşurken, mektuplardan yola çıkarak bir sergi yapabileceğim fikri doğdu. Elbette ki amacım mektupları olduğu gibi sergilemek değil. Bazı eskizler yaptım, uygulamalarının nasıl olacağını zaman gösterecek ama hissiyatım iyi bir şeyler çıkartacağım yönünde. Çünkü mektuplarla ilgili bir şeyler üretmek konusunda coşkulu bir isteğim var. Bu coşkuyla ben bir gölden bile şelale yapabilirim. Ahahahaaaa! Biraz salladım ama duygum işte bu kadar taşkın. Ben bu süreçte sana mektup yazmak istiyorum. Sen de bana yazarsan şahane olur, bu mektuplaşmaların çok samimi olacağını düşünüyorum. Hadi penfriend olalım, istersen İngilizce de yazabilirsin, şimdilik sevgiler.
Günnur

-
01.03.2017
Mektup 1

 
Sevgili Günnur,
 
İngilizce yazdığım için beni affet. Zamanla bir alışkanlık halini aldı ve bunu değiştirebilmek için fazla tembelim…
 
Gelecekteki yeni seri çalışman kapsamında benimle karşılıklı bir mektuplaşma paylaşmayı teklif ettiğinde gerçekten çok heyecanlandım. Yazılı sözcüklerle yapılan düşünce teatisine her zaman inandım. Bu türdeki entelektüel (zihinsel) teati, çeşitli Batılı felsefe akımlarına uzanan bir geleneğe sahip. İşte bu nedenle, üzerimde baskı hissediyorum…
 
Bir sanatçı ile küratör arasındaki uzun süreli yazışma da çok ilginç, bu sayede hem senin hem benim hem de belki sonrasında izleyicinin de faydalanabileceği fikirler ortaya çıkaracak. Yirmi yılı aşkın süredir sanat üzerine yazıyorum. Bu yazım biçimi benim için yeni olacak ve bunun üstesinden gelmeyi dört gözle bekliyorum.
Mutluyum ve onur duyuyorum,
Marcus



05.03.2017
Mektup 2
 
Marcus’çuğum,
Güya sana gündüz yazacaktım ama ancak kendime gelebildim. Dün Arie ve Hülya’yla Rejans'a gittik, o mekânı çok seviyorum, tabii limonlu votkasını da... Arie'yi tanırsın, Amaya Akkermans, çok gülüyoruz onunla, Hülya Hatipoğlu’ysa benim editör eski bir arkadaşım. İkisi birbirlerini dün gece tanıdılar ve kaynaştılar, yemekten sonra da ayrılamadık ve bana geldik, içkilere devam edildi. Eskiden böyle ağır gecelerin ertesi gününde hayatıma normal devam ederken, şimdi toparlanması zor oluyor, eee... yaşlanma alametleri işte... Yaş aldığımı sadece bu durumlarda değil düşüncelerimden de anlıyorum. Mesela çocukluğumu, gençlik yıllarımdaki tatlı hatıralarımı daha çok düşünüyorum. Şimdi tam da böyle bir zamanda, eski mektuplarımın ortaya çıkması da çok ilginç değil mi? Eğer bu mektuplar on sene önce elime geçmiş olsaydı, bu keyif ve mutlulukta olabileceğimi hiç sanmıyorum. Olgun bir bakış açısıyla değerlendirebilmek çok büyük bir fark yaratıyor. Zaman geçtikçe, sahip olduğun değerlerin kıymetini daha iyi anlıyorsun. İnsan ancak eline bu mektuplar gibi belgeler geçince geçmişini hatırlıyor, unuttuğu olaylar ve o dönemdeki genel ruh hali berraklaşıyor. Benim o yıllarda tek problemim ders çalışmakmış. Neredeyse her mektupta bunu yazmış, sonra da hemen konuyu değiştirmişim. Şimdi oğlum Ömer'i çok daha iyi anlıyorum. O da dersler konusunda çok sıkılıyor. Tam bana çekmiş işte... Armut dibine düşer derler ya, işte ondan, zaten geçen gün bana, "Sen ve babam çok şanslısınız, ikiniz de işinizi çok seviyorsunuz, çalışmak için can atıyorsunuz, ben de doktor, mühendis olamam herhalde, sanatla ilgili bir şeyler yaparım," dedi. Hakikaten insanın işini severek yapıyor olabilmesi çok önemli, babam bize "Ne yaparsınız yapın severek yapın," derdi. Sadece yaptığın işi değil bence yaptığın her şeyi sevgiyle ve içtenlikle yaptığında bir başka güzel oluyor. Sevgisizce ve gönülsüzce yapıp ettiklerin de bence güdük kalıyor. Babamın lafından bak aklıma ne geldi; çocukluk ve gençlik yıllarım zamanında, hatıra defterleri, günlük tutmak ve anket defteri hazırlamak pek bir revaçtaydı. Benim de hatıra defterlerim vardı, ancak birini bile saklamadım. Bir büyük çelişki değil mi? :) Defterin adı Hatıra... Sonradan okudukça geçmişini, arkadaşlarını hatırlayabilme imkânı verebilecekken, ben atmayı tercih etmişim. İşin ilginç yanı, bu kararımı nasıl aldığımı hatırlıyorum. Bir gün odamı toplarken, defterler çok yer kaplıyor diye düşündüm ve içlerindeki yazıları sıkı sıkı defalarca okudum ve evet, ben bu yazılanları unutmam, o yüzden bunları atabilirim artık dedim. İçinden sadece babamın, annemin ve ablamın yazdıklarını alıp, geri kalanları yırtıp yırtıp çöpe yolladım. Şimdiyse, aklımda sadece “Buna baktıkça beni hatırla” cümlesi kaldı. Şimdi emin olmak için Google'a sordum, bak doğrusu buymuş:
Hatıra hatıra dedin
Başımın etini yedin
İşte benden sana bir hatıra
Okudukça beni hatırla
Ya işte böyle... Oysa annem, babam ve ablamın yazdığı sayfaları zaman zaman okurum. Kişilikleri ve görüntüleri gözümün önünde canlanır, tavsiyelerine önem verir, uygulayıp uygulamadığımı kontrol ederim. Her defasında çok duygulanır, bazen de ağlarım. O yıllarda bir eski arkadaşım günlük tutardı, oysa ben hiçbir zaman günlük tutmak istemedim. Bir gün öleceğim ve günlüğümün bir başkası tarafından okunur olabileceği fikri beni çok korkuturdu. Birçok sanatçı arkadaşımın defterleri vardır. Sanırım bu korku duygusuyla büyümek, sonrasında benim defter tutamamama yol açtı. Hatta bir ara Nevzat (Sayın) bana bu hususta o kadar çok ısrar etmişti ki, onu çok sevdiğimden bir defter tutmuştum ancak devamını getiremedim. Oysa şimdi bülbül kesilmiş neler neler yazıyorum. Ahahaha! Sanki yılların acısını çıkaracağım Marcus ve bu sana denk geldi. Yandın sen... Daha fazla yakmadan şimdilik nokta koyuyorum.
 
Sevgiler,
Günnur :)
 -

15.03.2017
Mektup 2


Sevgili Günnur,
Ne gençliğimde ne de eğitimim boyunca hiçbir zaman günlük tutmadım ve hiçbir zaman iyi bir yazar olmadım. Yazmaktan nefret ederdim çünkü kelimelerle cümlelerle boğuşmak zorunda kalırdım... Gerçekten de komik bir durum çünkü bugün bir yazar ve akademisyen olarak tanınıyorum. Bu sebeple de son yirmi yıldır çok yazıyorum. Ve fark ettim ki, ne kadar çok yazarsan, yazmak bir o kadar kolay oluyor. Elbette hiçbir zaman ana dilimde yazmıyorum. Aslında Almanca artık garip geliyor ve bazen de gittikçe zorlaşıyor. Her neyse, ayrıca hiçbir zaman bir mektup arkadaşım olmamıştı...
 
Mamafih, 2001 yılında Almanya'dan çıkıp New York'a gittiğimde, düşüncelerimle günlük işlerim üzerine, sanki bir yolculuk kitabı oluştururmuşçasına, çalışmaya başladım. New York’ta üç ay kaldım ve bu sürede birkaç defter bitirdim. New York sokaklarında gezip atmosferini teneffüs ederken, çoğunlukla yalnız olduğumdan, sanıyorum ki entelektüel bir üretim imkânına ihtiyaç duydum. Küçük not defterlerim sohbet arkadaşlarına dönüştü; düşüncelerimle hislerimi içine koyabildiğim bir forma/(buluşma yerine) dönüştüler.
Bu dönemde, yazı yazdığımda zihinsel bir rahatlama hissederdim. New York'tan döndükten yıllar sonra bu defterleri tekrar okuduğumda çok garip hissettim, sanki bir yabancının hikâyelerini okuyormuş gibiydim.
Bir önceki mektubunda, mektupların içinde barındırdığı hafıza ve hatıra konusundan bahsediyordun. Mektup ile temsil ettiği hafızanın garip bir yabancılaşmaya neden olduğuna inanıyorum. Mektup, öznel bir gerçeklik-yansıtma hafızasının çarpıtılmış yansımasına (aksetmesine) dönüşüyor, böylelikle gerçeklik-dokümantasyon ile kurgu arasında bir şey haline geliyor. Aileden mektuplarının olması ne kadar güzel, ben de olmasını çok isterdim fakat sanıyorum ki, ailemdeki tek yazar olmayan ben değilim. Biz asla düşünür veya entelektüel olmadık, bundan ziyade icra eden ve eyleme geçen olduk. Tecrübelerimden yola çıkarak, işçi sınıfındakilerin kalem ve yazıyla arasının pek de iyi olmadığını söyleyebilirim. Biz yazı yazacağımıza konuşurduk...
Oğlunun okulla olan ilişkisinden bahsetmişsin. Lukas şimdi dördüncü sınıfta ve 20(!) sınava hazırlanması gerekiyor! Okul bittikten sonra, saat 16:30'da eve gelip sınavlarına çalışması gerekiyor. Okul sisteminin zayıf ve eski kafalı olduğuna inanıyorum çünkü sadece mantık, oran ve işlevsellik üzerine kurulu ve akademik bilgiye dayalı. İşte bu nedenle yaratıcılığa, esnekliğe ve bireysel yeteneklere yer verilmiyor. Yine de, sanıyorum ki günümüzde bir fark yaratabilmek için asıl bu "esnek" yeteneklere ihtiyaç var. Özellikle de bir lider olmak istiyorsan.
Lukas sık sık okuldan bıkmış olduğunu ifade ediyor, halbuki daha sadece başında! Yapmayı sevdiğin şeyleri bulmak gerektiği konusunda nihayetinde babanın haklı olduğuna inanıyorum. Çok basit: Eğer yaptığın şeyi seversen, tutkuyla bolca yaparsın ve sonucunda da başarılı olursun. Ben de hayatımı en başından beri böyle tasarladım. Sevdiğim ve başarılı olduğum işi yapmak istedim.
Bunu başarabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bazen gerçek anlamda çalışmadığımı bile söyleyebilirim çünkü benim için yaşam/hayat ve iş birbirine bağlı. Şu an mesela çalışıyor muyum, yoksa bu bir boş zamanı değerlendirme aktivitesi mi? Kim bilir, muhtemelen her ikisidir.
Marcus
 
Not: Mektuplarımızda, hafıza ve fikir konularını mektup yazma alışkanlığıyla bağdaştırdık. Bir bakıma, düşünce ile kayıt/hafıza arasındaki ilişki tüm sanat eserlerinin temelini oluşturuyor. Dolayısıyla, görsel sanatlar ile mektuplar arasında hem kavramsal hem de biçimsel (kâğıt, mektup, tipografi, izler, vb.…) olarak yakın bir ilişki oluşuyor. Eninde sonunda, her mektup fiziki bir düşünce tezahürü. Bu denklem sanat için de geçerli.
 
Sorular
“Bugün sanat nasıl verimli ve yaratıcı olabilir?”
“Sanat nasıl öğretilebilir?”
“Sanat nasıl yönetilebilir?”
“Görsellik günümüzde ne anlama geliyor?”
“Entelektüel/manevi karşı saldırı nasıl mümkün kılınabilir?”
“Sanatta mizah ve ironi ne anlama gelir?


21.03.2017
Mektup 3

 
Marcus’çuğum,
 
Sana yazdığım son mektubumdan sonraki günlerde aklımda hep "Buna baktıkça beni hatırla" lafı kaldı. Oysa mâni "Okudukça beni hatırla" diye bitiyormuş, internetten bulmuştum hani... Neyse "baktıkça", "okudukça" arasında gidip gelirken, aklıma üniversite yıllarında okuduğum John Berger'in Görme Biçimleri isimli kitabı geldi, çağrışımlarda sınır tanımam :) Eskiden bar ve diskoların girişlerinde duran bodyguardlara “Bir arkadaşa bakıp çıkacağım,” denirdi. Ayrıca, “Buna baktıkça beni hatırla” bana Türk filmlerini hatırlatıyor. Uzun lafın kısası, bütün hatırladıklarımdan ve hissettiğim duygulardan dolayı bu cümleyi sergimde kullanmak istiyorum. Belki gidişata göre diğerleri de olabilir ama “Buna baktıkça beni hatırla” mutlaka olacak, elbette yazıyı neonla yazmak istemem. Malzeme ve yazı karakterini çalışmam gerek. Çalıştıkça o şekillenir ve sergi düzeni içinde yerini bulur. “Buna baktıkça beni hatırla.” Uf!... Çok güzel olacak!
Mektubunda eskiden yazmaktan hoşlanmadığın ve zorluk çektiğini yazmışsın, hakikaten ne kadar ilginç. Yazdıkça yazmak kolaylaşıyor demişsin, doğru vallahi aynen öyle... Ben geçen sene bir rüya terapisi grubuna katılmıştım. İlk buluşmamızda, ben rüyalarımı pek hatırlayamadığımı söylediğimde, İskender Savaşır “Başucunda bir defter ve kalem olsun, rüya gördüğünü zannettiğin zaman kalkar yazarsın,” demişti. Aynen dediği gibi oldu. Rüya gördüm deyip, uyanıp yazdım... Elime kalemi alıp yazmaya başladıktan sonra da rüyamı gittikçe hatırlamaya başladım, detay detay yazdıkça yazar oldum. Belki de işin sırrı kalemdedir. Kalemde Harry Potter etkisi olabilir mi? :) Olabilir vallahi... Kendi yazdığın defterleri sonrasında okuduğunda bir yabancılaşma hissettiğini, bu öznel anın bozulmuş bir yansıma haline geldiğini, gerçeklik, belgeleme, kurgu arasında bir durumda kaldığını yazmışsın, çok hoş tespitler doğrusu, üstünde düşünmeye değer...
Bazı sorular göndermişsin, anladığım kadarıyla cevaplamaya çalıştım.
1- Üretken olabilmenin temelinde çalışmak yatıyor. İşleyen demir ışıldar hesabı. Yaratıcı nasıl olunur bilemiyorum. Sanırım yaratma cesaretin ya vardır ya da yoktur. Bir şeyler yaratmak isteyen kişi yaratır, bunun pek öğrenilebilir bir şey olduğunu düşünmüyorum.
2- Sanatın öğretilebilir bir şey olduğunu düşünmüyorum, sadece teknik bilgiler öğretilebilir.
3- Sanat her türlü aktarıma ve sunuma açıktır.
4- Günümüzde görsellik benim zihnimde “gününüzü göstereceğim” gibi bir cümleye karşılık geliyor.
5- Entelektüel ve spiritüel bir karşı duruş elbette mümkün. Bunu bir mücadele gibi düşünmek yerine bir parçan olarak yaşarsan, karşı direnç oluşmadan süreklilik mümkün.
6- Mizah ve ironi günlük yaşamımda beni çok eğlendirir ve sıklıkla kullanırım. Sanatta olup olmamasıyla ilgilenmiyorum. Ancak varsa, bir anlam katıp katmadığına bakarım. Benim için bütünlük oluşturabilmesi önemlidir. Bu bütünsel derinliği sağlanmamış sanat eserlerini son derece yavan buluyorum.
Önümüzdeki günlerde buluşalım, sana göstermek istediğim başka sürpriz mektuplar da var.
Sevgiler,
Günnur :)
 -

05.04.2017
Mektup 3


Sevgili Günnur,
“Buna baktıkça beni hatırla” lafı gerçekten çok güzel ve anlamlı.
Bu konuda biraz düşünmeme ve bununla ilgili düşüncelerimi seninle paylaşmama izin ver.
Cümle dört öğeden oluşuyor.  Birinci öğede, cümle fiziksel bir şeyi (bir maddeyi/somut bir şeyi) ifade ediyor. Estetik bir algılama bilimi olduğundan, görmek her zaman estetikle ilgilidir. Her şeyin bir estetiği vardır… Farkına vardığımız/algıladığımız şeyleri keşfeder, bakar, görür ve (mümkün olduğu kadar) bir anlam çıkartırız. Bu cümle bir sergi kapsamında sanatçı tarafından kullanıldığında, bir sanat eserini ifade ediyordur sanki. Bir sanat eseri görünebilmek için oradadır her zaman. Varlığı, zaman ve mekân içindeki estetik mevcudiyetine bağlıdır. İşte bu nedenle, bir bireyin düşünceleri ve/veya hislerinin görsel ifadesi olarak her sanat eseri sosyopolitik bir sukutuhayaldir. Gördükten sonra, cümle aynı zamanda bir kimseyi işaret eder (beni). Böylelikle, bir nesne ile (gören kişi ile hatırlanan kişi olarak) iki öznenin birbirleriyle etkileşimi meydana gelir. Sergi ortamında cümle yine aynı şekilde sanat eseri ile yaratıcısının/üreticisinin/yapanın arasındaki “doğal” bağa işaret etmektedir. Romantizmden bu yana, izleyiciler olarak biz, bir sanat eserinin varoluşunu ve içeriğini yaratıcısıyla (sanatçıyla) bağdaştırırız. Roland Barthes ve Michel Foucault, her ne kadar yaratıcıyı öldürmeye çalışmış ve önemini yok saymış olsalar da, biz hâlâ bir sanatçıyı işleri üzerinden “anlamaya” çaba gösteriyoruz hatta daha geniş bir ölçekte bakacak olursak, dünyayı sanat üzerinden anlamaya çalışıyoruz.
Son olarak, bu cümle hafızayla ilgilidir. Bu konudan, önceki mektubumuzda bahsetmiştik. Yazmak; kayda geçirmek, paylaşmak ve yaşamın parçasını oluşturan olayları hatırlayabilmek içindir esasında. Bu durumda, cümleni bir sergideki sanat kapsamına yerleştirecek olursak, hafızanın farklı boyutlarını, estetik ve şiirsel bir biçimde, mektup ve sanat eserleriyle ilişkilendiriyorsun.
Son olarak, bu mektuplaşmamızın şimdiden yeni işin için üretici bir şey haline dönüşmesinden memnun oldum!
Marcus


21.04.2017
Mektup 4

 
Marcus’çuğum,
"Buna baktıkça beni hatırla" lafını sevmenden dolayı çok memnun oldum. "Hafızanın farklı boyutlarını, estetik ve şiirsel bir biçimde, mektup ve sanat eserleriyle ilişkilendiriyorsun," diyerek ne güzel ifade etmişsin. Rastlantıya bak ki son günlerde ben de şiir okuyorum :)
Ben bu zamana kadar eskiz mahiyetinde bazı maketler hazırladım ve onların bazılarını metalden yaptım. Şimdilik işleri hep metalden hayal ediyorum. Metal levhaları kullanarak bir şeyler yapıyorum. Malzeme tıpkı mektuplaşma duygusu veriyor bana; dolaysız ve hamlar... Şu ana kadar oluşan işler ve benzerlerini duvarda sergilemek istiyorum. Parçaların boyutları A4 ve A2 kâğıt ölçüleri arasında değişiyor. Her zamanki form anlayışımda var olan kıvrımlar mevcut, ek olarak, şimdiye kadar kullanmaktan çekindiğim keskin planlar işler üzerinde çizgi etkisi yaratıyor. Bu planlar ya da çizgiler de çalışırken kendiliklerinden ortaya çıktılar, görsel olarak etkili olduklarını düşündüm ve devam ettim. İşler benim şimdiye kadar yaptığım diğer işler gibi, tek başlarına birer heykel, yan yana geldiklerindeyse bir bütünü oluşturuyorlar. Bu yan yana geliş hallerini, yine, hep yaptığım gibi serbest bir şekilde yani bir formül koymadan, isteyen herkesin kendi düzenlemesini yapabileceği gibi tasarlıyorum. Bu düzenleme özgürlüğünü de çok önemsiyorum. Bitmişlerinin nasıl olacağını şimdiden görüyorum, o yüzden içim rahat. Ayrıca geçen hafta atölyeme Nevzat Sayın ve Zeynep Göğüş geldi. Nevzat hemen metalleri fark etti ve bayıldı. "Çok çok ilginç, şu anda Seyhun Topuz da bu tip işler yapıyor," dedi. Ben de "A! Bu durumu bir yazı yazarak belgelemelisin," dedim. Birbirimizden habersiz işlerimizde ortaklık olması çok ilginç değil mi? Ben bunu gayet hoş buluyorum.
Bu arada mayıs ayında Ankara'da Siyah Beyaz Galeri'de bir portre sergisi olacak. İsmi "Aksinin İddiası". Sergiye katılan sanatçıların yarısı otoportrelerini, diğer yarısı da otoportreleri olan sanatçıların portrelerini sergileyecek. Benim portremi Bora Akıncıtürk yapmak istemiş. Ben de bu sayede otoportremi yapmış oldum. Otoportremin seni şaşırtacağını düşünüyorum. Fotoğrafını ve yazımı da mektubumla birlikte yolluyorum. Otoportremi ilk gören Atilla Yücel oldu ve üstüne sohbet ettik, o da bir yazı yazdı onu da paylaşıyorum. Fikirlerini merak ediyorum.
Sevgiler,
Günnur

 -
05.04.2017
Mektup 4


Sevgili Günnur,
Otoportre bir harika! Şiir ile soyutluğun arasındaki denge hoşuma gitti. Ayrıca farklı bir ifade biçimi seçmiş olman da iyi. İşlerinde her zaman sevdiğim şey de bu olmuştur; durmaksızın yeni biçimler, yeni malzemeler ve yeni teknikleri deneyimliyorsun. İçindeki bu “oynama” arzusu en kuvvetli güçlerinden bir tanesi. Daima sanatçıların özel bireyler olduğuna inandım çünkü onlar içlerinde barındırdıkları çocuğu canlı tutabilen nadir insanlardan. Geriye kalanımız, okul, iş ve yetişkin yaşama dair diğer ağırlıkların altına gömüyoruz onu. İşte bu yüzden, oynamaya devam et!
Bu arada Bora Akıncıtürk’ün portreni yapacağından bahsetmişsin. Bu harika bir tesadüf çünkü zamanında benim de portremi yapmıştı. Bundan on yıl öncesinde, Siemens Sanat kapsamında gerçekleştirdiğimiz bir sergide beraber çalışmıştık. Benim eski öğrencilerimden olmakla beraber, son derece değer verdiğim bir sanatçıdır. Portrem gerçekten bir harika. Eminim seninki de çok kuvvetli olacaktır. Her halükârda sonuç bir sürpriz olacak. Bora’yla ne olacağını hiçbir zaman bilemezsin. Her halükârda harika olacak!
Ah aramızda kalsın; kısa süre önce benim portremi yapması üzerine Ali Elmacı’yla anlaştık! Bu konuda ne düşünüyorsun?! Portrelerin, kendi yansımamızın (görünüşümüzün) en mahrem/samimi ve yegâne/biricik biçimi/şekli olduğuna inanıyorum. Kendini bir sanatçının gözünden görüyorsun. Yirmi yıl öncesinde, benim ondan onun da benden bahsettiği bir portre projesi yaptım. Sonuç olarak bu işlerden bir sergi yaptık. Belki içlerinden bazı parçaları sana gösterebilirim.
Marcus


02.05.2017
Mektup 5

 
Marcus’çuğum, otoportremle ilgili sözlerin beni yüreklendirdi, gerçekten çok teşekkür ederim.
İçimdeki “oynama” arzusundan bahsetmişsin, kesinlikle seninle aynı fikirdeyim. Yaşadığım merak ve heyecan tamamıyla oyunu hatırlatıyor. Sana bahsetmiş miydim hatırlamıyorum. Çocukken birçok çocuk gibi ben de, plajda kumda oynamayı ve kumdan bir şeyler yapmayı çok severdim. Özellikle ıslak kumları parmaklarımla süzerek peri bacaları gibi duran biçimler yapardım. Tekniğim çok iyiydi, görenler hayran kalırdı, nasıl yaptığımı hem gösterir hem de anlatırdım. Meraklı ve istekli çocuklar, bazen de yetişkinler yanıma oturup yapmaya başlardı. Ama çabucak sıkılırlardı çünkü genellikle yaptıkları çok kaba biçimler olur beğenmezlerdi. Oysa ben sonucundan ziyade o süreçle ilgiliydim. Islak kumları spontane bir şekilde şekillendirmeye çalışmak benim için inanılmaz bir zevkti, kumun hızla biçim değiştirmesini izlemek beni o kadar mutlu ederdi ki, kollarımın ne kadar yorulduğunu sonradan anlardım. Kumdan genellikle kovalarının kalıplarını çıkartarak kale ve benzeri şeyler yapan çocuklar yaptıklarının bozulmasını istemezler, başlarında durarak onları korurlardı. Bense, yaptıklarımın bozulmasına hiç aldırış etmezdim, yaşadığım zevk ve mutluluk benimle kaldığı için rahat ve doygun hissederdim. Yıllar sonra Barselona’da Antoni Gaudì’nin yapılarını görünce onun da benim gibi bir çocuk olduğunu düşünmüştüm. Bu arada Gaudì’nin adını yanlış yazmayayım diye telefonumdan baktım ve hâlâ Wikipedia yasağının devam ettiğini gördüm. İleride ne olur bilemem ama ben www.wikipedia.org adresinden birçok bilgiye ulaşmışımdır. Neyse Wikipedia’dan “oynama” arzusuna geri dönersem, sanırım hâlâ üretim sürecimi bu kadar çok önemseyip sevmemin altında bu “oynama” arzusu yatıyor. Heykel hayatımla ve bu konuyla ilgili başka bir şey daha var. Biliyorsun güzel sanatlarda, endüstri ürünleri tasarımı okurken, okulda hayal ettiklerimi bulamayıp Londra’da takı eğitimi alıp, ardından Kapalı Çarşı’da takılarımı yapmaya başladım. Ve takı sergileri açtım, o yıllarda takılarımı belgelemek için dialarını çekiyorduk. Bir gün arkadaşım Ela Çil ve babası Nafi Çil’le takılarımın dialarına perdede bakarken, Nafi Çil “Bunlar heykel, sen heykel yapmalısın,” dedi. Ben de heykel yapmaya başlamıştım. Fakat ev ortamında heykel yapmak gerçekten zordu ve Dudullu’da bir dökümhaneyi atölyem gibi kullanmaya başlamıştım. Burası, birçok heykeltıraşın işlerinin kum kalıp yöntemiyle bronz dökümlerinin yapıldığı bir atölyeydi. Ben de sıkıştırılmış kumlarda kendi formlarımla oynamaya başlamıştım. Böylelikle ilk heykellerimin formlarını çıkartmış, onların pozitiflerinden önce negatiflerini yapar olmuştum. Benim için tıpkı çocukluğumda plajda oyun oynamak gibiydi. Heykellerimin üretim aşamasından Nafi Çil’e bahsettiğimde, bunun bir mimarın önce yapıyı çizmek yerine etrafındaki boşlukları çizmeyi tercih etmesi ya da yapması gibi olduğuna dair bir konuşma yapmıştı. Benim içinse hızlı, zevkli bir oyundu. Kumdaki bu üretim aşaması beni o kadar çok etkiliyordu ki, bu evreleri fotoğraflayıp bir sergi kataloğumda göstermiştim. O dönemde, Ahmet Soysal ve tabii ki Nafi Çil dışında, bu üretim biçimi sanırım hiç kimsenin ilgisini çekmemişti. Büyük ihtimal bugün de bu sayının çok katlandığını düşünmüyorum. Çünkü bu süreç, ya deneyimlenip anlaşılabilecek ya da empati kurularak kavranabilecek aralıklar. Çok komik belki ama, şu an üretim süreciyle ilgili neredeyse roman yazacak bir coşku hissediyorum. Korkma seni bu konuyla ilgili bayıltmadan toparlıyorum. Son olarak (bu da ne yalan ya:)) ben üretim sürecinden bahsederken, birçok sanatçının dediği gibi “mesele” kelimesini kullanamam. Çünkü ortada “mesele” göremem. Mesele benim için problem ve çözümü zor şeylerdir. Oysa benim için bu aralık (üretim süreci) heyecan içinde deneyimler yaşadığım, keşfettiğim ve kendimi de kaybettiğim bir meditasyon halidir. Bu arada “meditasyon” tam nasıl olur bilmiyorum, anlatılanlardan benim anladığım böyle bir şey.
 
 
Meditasyondan çıktım, şimdi gerçek zaman hali :) Geçen hafta Bora Akıncıtürk’le tanıştım hem kibar hem serseri bir kişi; çok sevdim. “Ben de portremi nasıl yapacağını merak ediyorum, beğenmezsem dişlerini dökerim,” diye de tehdidimi savurdum tabii. Benim portremi yapmak istemesinin sebebi, işlerime kendisini yakın hissetmesiymiş. Tahmin edersin ki bunu duyunca çok mutlu oldum. Çünkü bir sanatçının bir başka sanatçının işlerini sevmesini, onlarla bağ kurmasını çok önemsiyorum.
Ahahaha! Aramızda kalsın demişsin… Ali Elmacı’nın senin portreni yapacağını yazmışsın. Doğrusu portreni çok merak ettim. Gelişmelerden beni haberdar et lütfen ve şunu tekrar edeyim. Bu yazışmalar olduğu gibi basılacak. Her şey aramızda kalacak :), basılacak bu mektupların serginin belkemiğini oluşturduğunu düşünüyorum ve bu yazışmaların başlı başına “a piece of art”. Şaka şaka çok fazlası…
“A piece of art” ne güzel geldi bana, heyecandan bütün tırnaklarımı yedim. Düşüncelerimi biraz demlemek için zaman vermek istiyorum. Ama bil ki, yazmak beni çok açtı. Hatta türküsünü bile söyleyebilirim. Yarın, “Yarın” sergisinde görüşmek üzere, umarım satış olur gelir elde edilir.
Sevgiler,
Günnur

-
03.05.2017
Mektup 5


Sevgili Günnur,
 
Çocukluğundaki kum-heykel betimlemen müthiş olmuş. Oynama, doğaçlama ve sanatsal yaratım süreci arasındaki ilişkiyi harikulade biçimde özetlemişsin. Oynamanın gücü herhangi bir mantıksal ve entelektüel düşünce biçiminden çok daha kuvvetli bir enerji yayıyor. Çocuklar oynadıkları zaman, böylesine bir güce ve tutkuya bu nedenle sahip oluyorlar. Bu “akış” tarzı zihinlerini öyle bir seviyeye taşır ki, dünya ile ona ilişkin somut gerçekliği unutuverirler. İşte müthiş yaratıcılığı doğuran güç budur.
Bu ruh halini açıklayan bir tabir bile var; kişi gerçekleştirdiği eylemle/faaliyetle bir olduğunda zamanı ve mekânı unutur. Çocuklar, sanatçılar bu ruh halinin mükemmel örnekleridir fakat herkes aslında bunu bilir ve bu ruh haline girebilir.
Bu akşam Gaia Gallery'de yer alacak “Yarın” sergimizin açılışını dört gözle bekliyorum. Şu ana kadar Plato Sanat’la yaptığımız en kapsamlı sergi olacak. Ortalama 40'ın üzerinde sanatçının 100'ün üzerinde eseri sergilenecek. Umarım işlerin bir kısmını satabiliriz, böylece Ayvansaray Üniversitesi öğrencileri fazladan burs alabilir.
Senin de sergiye katılmış olmadan hem memnunum hem de minnettarım. Çok güzel iki iş sergiliyorsun. Bu parçaların çıkışının, uzun zaman öncesindeki "takı tasarımları”na dayanmasına inanmakta hâlâ zorluk çekiyorum. Endüstriyel tasarım, takı tasarımı ve bugünkü heykellerinin arasındaki ilişki göz kamaştırıcı ve bunun hakkında ileride daha çok konuşacağız.
Sanatın bizi ve dünyamızı kurtaracağını umuyorum. Şu an buna şüphesiz ihtiyacımız var. Bu gece bu dileğin ne kadar somut bir şekilde gerçekleşeceğini göreceğiz!
Daha iyi bir “YARIN” için,
Marcus


12.05.2017
Mektup 6

 
Marcus’çuğum,
“Yarın” sergisinde doğru düzgün konuşamadık ama hemen belirteyim, sergiyi çok sevdim ellerine sağlık. Gaia Gallery’ye daha önce gitmemiştim, beni heyecanlandıran bir mekân oldu.
Bu arada mektuplarımız Türkçe ve İngilizceye çevriliyor. Azra yardım ediyor ve onları arşivliyor. Böylelikle, basılma zamanı geldiğinde kolaylık olacak. Senin geçen günkü atölye ziyaretinden sonra konuştuğumuz gibi Timuçin Unan'ı aradım. Hayat hakikaten tesadüflerle dolu :) Ve buluştuk, tipografiden çok iyi anlar, o yüzden mektuplarımızı hayal ettiğim gibi tasarlayacağından eminim. Ayrıca bana bir kitap yapmak için de sözleştik. Bu mektuplarla birlikte daha farklı bir döneme girdiğimi düşünüyorum. Kitap için heykellerin fotoğraflarını tekrardan çekmek söz konusu olabilir, bu işler bana çok külfetli geliyor ama bir yerlerden başlamalıyım. Geçenlerde PG Art Gallery'de Merih Akoğul’la karşılaştık, bana "Costa Mea" serisindeki heykellerin fotoğraflarını çekmek istediğini ve kitap haline getirmeyi teklif etti. Sanatçı arkadaşlarından bu ve benzeri şeyler duymak gerçekten çok güzel, ilk fırsatta Merih'i aramalıyım ve neler yapabileceğimizi konuşmalıyım. Şu anda Ankara uçağındayım, bu akşam Siyah Beyaz'da "Aksinin İddiası" sergisinin açılışı var. Bora Akıncıtürk’ün yaptığı portremi göreceğim, nasıl bir şey olduğunu çok merak ediyorum. Bakalım beni nasıl görüyor. Benim yaptığım otoportre de orada olacağı için, iki işi yan yana görmek ilginç olacak. Seni de Instagram'da gördüm, Venedik Bienali güzel geçiyor gibi...
Sana yazdığım son mektubumda "a piece of art" cümlesinden heyecanlandığımı yazmıştım. Heyecanım anlık değilmiş, hâlâ devam ediyor. Çünkü mektuplarımızın sanat olduğunu düşünüyorum ve benim şimdiye kadar oluşturduğum sanat dilinden farklı. İçimden "a piece of art" demek geldi. İngilizce öğrenirken "a piece of cake", "an umbrella", "an apple" zihnimde hem kuvvetli imgeler uyandırmış hem de ses olarak çok sevmiştim. Yazışmalarımız bana son derece kolay, eğlenceli ve içten geliyor, bir nevi “just a piece of cake”. Sanırım o yüzden "a piece of art" çıktı ağzımdan. Biliyorsun, bu kendiliğinden rastlantıyla oluşan şeyleri çok önemsiyorum ve bazılarını çok kendime ait hissediyorum. "A piece of art" cümlesinin içinde %100 ben varım. O yüzden, "Buna baktıkça beni hatırla" ve "a piece of art" sergimde olacaklar.
 
18.05.2017
Ankara'da otelde defterimi unuttum. Kargoyla yolladılar o yüzden şimdi yolluyorum. Şimdi Kapadokya'ya gidiyorum. Orada da unutmam inşallah.
 
Sevgiler,
Günnur
 -

22.05.2017
Mektup 6


Sevgili Günnur,
Eski not defterlerimden birinin kapağında aşağıdaki satır yazılmıştı:
YAZMAK HAREKETE GEÇMEKTİR!
Böyle bir slogana karşı tereddütlerim olsa da, yine bir gücü olduğuna inanıyorum. Ayrıca senin serginle de uyumlu. Yazmak bir düşüncenin ifadesidir; dille şekil alan bir fikrin iletilmesidir. Düşünmenin somut bir biçimi yoktur,  soyut ve gayri resmidir. Yazmak ona (fikre) fiziksel bir varoluş sağlar. Entelektüel bir kavram, görünürlüğünü yazılı varoluşuyla sağlar. Düşünmek tam olarak harekete geçmek değildir, insana yaradılıştan bahşedilir ve düşünenin aklında kalır. Yazmak, insanın özünde bulunan eylemi dışsal bir eyleme çevirir. Böylelikle, yazmak her zaman için anlamlıdır. Bazı insanlar, sanatın, seyircisi olmadan var olamayacağını düşünür.  Seyirci olmadan, eser sadece bir biçim olarak kalır. Yazıyla ilgili de aynı şeyi düşünüyorum. Okuyucusu olmayan bir metin sessiz ve pasif olmakla beraber, dünyaya (dünyanın yapısına) uygun değildir. Bu nedenle, metinler basılmalı, eserler de sergilenmelidir. İşte tam da bu nedenle, eser yayınlarıyla sergilere fazlasıyla değer verilmelidir, nitekim yazım ile sanat-üretiminin toplumla mutlak bir iç içe geçmiş bağlılığı olduğuna inanıyorum. Edebiyatla sanatın doğasında paylaşmak ve iletmek olduğundan mutlaka paylaşılmaları gerekir.
Nihayetinde, bir metin, okuyucuda eyleme geçme arzusu uyandırabildiği veya bir yazarın düşüncesindeki kurguyu önce yazıya sonra da eyleme dönüştürme dürtüsü yaratabildiği gibi, gerçek eylem yazıdan sonra gelir. Sıra bu şekildedir: 1) Düşünce, 2) yazı, 3) eylem.
İşte bu nedenle yazmak ile sanat-üretmek bu kadar birbirine bağlıdır; bu aynı zamanda bir sonraki serginde yazıyı yorumlama kararının sebebi olabilir. Çok geniş alanlar ile tüm disiplinleri kapsayan kavramlar sanatı tehlikeye atar. Mamafih artık bana muhafazakâr diyebilirler. Belki de hâlâ çok insaniyim, düzene, kategorilere ve kurallara inanıyorum.
En sonunda, yazılarımız, ancak sanatsal/görsel/plastik bir form bulduktan sonra sanata dönüşecekler. Aksi halde, onlar sadece yazıdır.
2018 yılında gerçekleşecek olan serginin kavramsal ve somut içeriğinde, konuşmalarımızın temsili için nasıl bir biçim bulacağını sabırsızlıkla bekliyorum.
Marcus
 

31.05.2017
Mektup 7

 
Marcus’çuğum,
 
Son mektubunda gene döktürmüşsün, bu hale bayılıyorum, iyi ki varsın. Edebiyat ve sanatın doğasında paylaşmak ve iletmek olduğundan mutlaka paylaşılması gerekir demişsin. Ben de bu paylaşımı önemsiyorum, ilaveten seninle bu mektuplar sayesindeki fikir ve duygu paylaşımlarımızı da çok çok önemsiyorum. Bunlar benim için zihin açıcı olmalarının yanında büyük motivasyon kaynağı da...
 
Sana en son yazdığım gibi 19 Mayıs'ta Cappadox festivaline gittim. Cappadox şu an hayatta olmayan, benim çok sevdiğim dostum Mehmet Uluğ'nun hayallerinden biriydi. Bu hayali kardeşi Ahmet Uluğ ve (ortağı) arkadaşı Cem Yegül üç senedir gerçekleştiriyor. İnşallah seneye hep beraber gideriz, çok memnun kalacağına eminim. Fulya Erdemci’nin küratörlüğünde yapılan sergi de görülmeye değerdi. Benim favori sanatçılarım Erdağ Aksel, Nermin Er, Halil Altındere ve Hector Zamora oldu.
 
Döndükten sonra bir sürü gereksiz işlerimi yaptım. Vaktimi gündelik yaşamın getirdiği işlerle harcamak beni çok yoruyor, hele kafamda yoğunlaşmak istediğim sanat projelerim varsa, neyse sonunda “Buna baktıkça beni hatırla” yazısı için piyasa araştırması yapıp malzeme aldım. Bu yazıyı fiber optik kabloları kullanarak yapmak istiyorum. Sebebini anlatmaya çalışayım...
 
Çocukken, annemin Yüksel diye bir arkadaşı vardı. Kırmızı ruju ve kulağında küpeleri eksik olmayan çok tatlı bir kadındı. Kocası Kemal Amca çok janti bir hariciyeciydi. Benden büyük bir oğulları vardı. Mehmet sürekli piyano çalardı, bazen yanına gidip dinlerdim ve hiç rahatsız olmazdı. Bir gün Mehmet'e kuyruklu piyano alınmış, tabii piyano oda kadar olduğu için yatağı sığmamış... Yerine bir kamp yatağı koymuşlar. Mehmet'in kuyruklu piyanosu uğruna kamp yatağında yatması çok ilginç gelmişti ama oda kadar bir Barbie evim olsaydı ben de yerde yatardım diye düşünmüştüm.
 
Yüksel Teyze’nin Avrupa'dan topladığı çok güzel peçeteleri vardı. Her gittiğimde mutlaka bana birkaç tane verirdi. İlk renkli televizyonu onlarda görmüş ve futbol sahasının çimen olduğunu anlayınca çok şaşırmıştım. Bu zarif insanların ve harika piyano performansının eksik olmadığı bu evde beni büyüleyen en önemli şey bir lambaydı.
 
Lamba dev bir deniz kestanesi gibiydi ama beyazdı ve uçlarından rengarenk ışıklar saçıyordu. Ona hayrandım, iğnelerin ucundaki renkler sürekli değişirdi, bunun nasıl olabildiğine inanamazdım. Dokunmama izin verirlerdi, ben de yavaşça lambayı severdim. Dokundukça dalgalanan, ışık saçan ve benimle konuşan, bilmediğim bir deniz canlısı gibiydi benim için.
 
Bahsettiğim lamba 1970'lerin sonlarında ve 1980'lerde fiber optik kabloların yaygın kullanımından dolayı üretilmiş, benim için fantastik bir aydınlatma. Birçok kişi için retro, vintage gibi kavramlarla örtüşebilen bu lamba, benim hatıralarımı aydınlatan bir ışık kaynağı. O yüzden “Buna baktıkça beni hatırla” yazısını fiber optik kablolarla yazmalıyım. Umarım teknik olarak hayal ettiğim seviyeye ulaşırım. Hiç bilmediğim bir alanda zorlanacağımda şüphe yok ama hayal ettiğim görselliğe ulaşmak için de, içimde bol bol arzu var. Şans dile.
Günnur

 -
31.05.2017
Mektup 7


Sevgili Günnur,
 
Seni ve Cappadox'u sosyal medya ve internet üzerinden takip ettim, bu sayede, bahsetmiş olduğun sergi ve işler hakkında bir fikir edinebildim. Bir sergi sanatın deneyimlenmesine dayanarak hazırlandığından, tabii ki orada olabilmek çok daha farklıdır. Sergilenen parçalar ile mekânı ve serginin bağlamı ile anlamının ilişkisi sadece eserler fiziksel olarak deneyimlediğinde yakalanabilir. Bu nedenle Cappadox'la ilgili gerçek ve ruhani deneyim yerine entelektüel ve teorik bir fikrim var. Bugün bir çok olaya öncelikle bir araç vasıtasıyla ulaşmamız  garip değil, öyle değil mi? Çoğu zaman, bu ikinci gerçeklik, ilkini anlayabilmemiz için yeterli oluyor.
 
Her neyse, üç yıldır bu festivale katılmaya çalışıyorum fakat hayatın yoğunluğu, iş ve aile nedeniyle mümkün olamadı. Ancak eşim Şebnem'le beraber gideceğiz. Hiç Kapadokya'ya gitmedim, inanabiliyor musun? Şu ana kadar Türkiye'de bir çok yer gezdim, fakat orası hâlâ yapmam gerekenler listesinde. Sanki İstanbul'un sanat ortamının yarısı ordaymış gibiydi. Bu popülerlik biraz da bölgenin kendisinden kaynaklanıyor. Bu, sergilenen eserler için bir yandan büyük bir artı olsa da, bir yandan da onlar için büyük bir tehlike teşkil ediyor. Mekânın ve çevresinin bu kadar güçlü olması, onunla baş etmeyi de zorlaştırıyor. Sanatçıların çoğu, mekâna özgü eserler oluşturarak iyi bir iş çıkarmışa benziyor.
 
"Buna baktıkça beni hatırla" fikrine gelecek olursak, aslında zihne özgü bir iş yaratacaksın. Böyle bir ifade biçiminin var olduğuna inanmıyorum, lakin eğer yoksa mutlaka olmalı.
Öncelikle, geçmişte bir şey deneyimledin, sonra da bu beynine kaydoldu, zihin inşa yöntemiyle şimdi bunu hatırlıyorsun ve son olarak, senin tarafından somut olarak üretilecek bir işin sanatsal fikrini/konseptini geliştiriyorsun. Bu süreçteki her şey zihinle ilişkili ve zihne özgü. Böylece, neredeyse bütün (güncel) sanat eserlerinde olduğu gibi, sen de zihne özgü bir eser yaratmış oluyorsun. Özgünlüğün derecesi fikrin/konseptin/düşüncenin biricikliğine bağlıdır. Senin fikrinin arkasındaki hikâyenin de son derece olağanüstü olduğuna ve bir sanat eserinin özünü oluşturmak için yeterliliğin ötesinde olduğuna inanıyorum.
Fikrin gücü ile güzelliği, piyano, yatak ve lambayla ilgili hatıranda mükemmel bir şekilde belirtilmişti.
Yazılı sözcükler vasıtasıyla kendini gerçekten çok güzel ifade edebiliyorsun!
 
“Fiber optik” malzemesinden ilk bahsettiğinde, günümüzdeki internet bağlantılarında kullanılan kabloları düşündüm. Bu her halükârda manalı bir benzerlik çünkü internet kabloları, zihinlerimizin fiilen dünyayı gezmesini sağlamak için var.
 
Senin işin de, izleyicinin zihnini seyahate çıkaracak. Geçmişindeki lamba kabloları da, seni bu gerçeklikten alıp başka bir yere götürdü. İşte tam da bu yüzden senin üzerinde böyle bir etki bıraktı. Eserinin, hem sana hem de sunulacağı izleyiciye aynı şekilde etki edeceğini umuyorum.
Sanat aynı bir uçak gibi, farklı gerçeklikte, fiili ve ruhani bir dünyaya yolculuğa çıkmana yardımcı olur. Umarım senin işin de böyle bir taşıyıcı araç olur!
 
Sana iyi uçuşlar dilerim,
Marcus


04.07.2017
Mektup 8

 
Marcus’çuğum, uzun bir aradan sonra merhaba,
Okullar kapandıktan sonra Ömer’le tatile çıktım ve tek yaptığım tatil yapmak oldu, yanımda okumak için üç kitap götürmüştüm, üçünün de kapağını açmadan geri getirdim :)
Neyse, şimdi kaldığım yerden devam edeceğim.
Önceliğim Contemporary İstanbul için başladığım heykeli bitirmek. Bu arada mayıs ayında Gaia Gallery için yapacağın sergiye beni de davet ettiğin için teşekkür ederim. Ben Nevzat Sayın’la proje geliştireceğim ve iyi bir şeyler çıkartacağımızı düşünüyorum. Kişisel sergimle bu serginin mayıs ayında olması da çok hoş bir tesadüf, beni heyecanlandırıyor. Son mektubunda, "Buna baktıkça beni hatırla" için yazdıkların beni yüreklendirdi. Bu paylaşımlar çok kıymetli. Biliyorsun, bir sergimde yazının kendisi ilk defa bir iş olacak. Dilden ya da bu sözden nasıl bir imge çıkacak çok merak ediyorum. Dil insanlar arasında iletişimin en temel aracı olsa da, bilinç dışıyla kurduğu yapılar içinde tuzaklı alanlar da açıyor. Bunları tecrübe etmek sayıklama ve rüyaları hatırlatıyor. Örneğin şu anda kafamın içinde uçuşan görüntüler, kelimeler yazıya dökülemeyecek kadar karışık. Sanırım bunlar dilin yarattığı etkiler. Hem çok iyi bildiğim hem de hiç bilmediğim bir yerde gibiyim.
Hep söylediğim bir şey vardır; "Bütün malzemeleri çekici bulurum" ama heykellerimde kullandığım malzeme ve renkleri sadece bana aitmiş gibi görüyorum.
Burada kullandığım malzeme dil ve ortaya çıkan yazılar da benim. Anlatmaya çalıştığım, "Buna baktıkça beni hatırla" ve "a piece of art", dili bir malzeme olarak kullanarak üreteceğim ve benim sanat dünyamda “benimdir” diye yerini alacak işlerdir. Üretimlerimle ilgili çözmem gereken şeyler var, bir an evvel de çözmek istiyorum. Kitabımla ilgili olarak da, Timuçin’le görselleri toplamaya başladık, bir taslak hazırladığında hemen seninle paylaşacağım. Şimdilik böyle.
Sevgiler,
Günnur
 -

21.08.2017
Mektup 8

 
Sevgili Günnur,
 
İstanbul'un yazları uzun, sıcak ve nemli. Burada geçirdiğim 17 yıldan sonra, yanan beton ile alevlenen gökyüzü arasında var olmak hâlâ zor geliyor bana. Sanat sahnemizin yaz boyunca ara vermesine şaşmamalı. Sıcak havalar ile entelektüelliğin birbiriyle dost olduğunu söyleyemeyiz. Düşünmek ve üretmek için açıkçası soğuk zamanları tercih ediyorum. Sıcaklık vücudunu zorluyor ve böylece beynin de yavaşlamasına sebep oluyor. Soğuk havanınsa, tam tersi bir etkisi var. Seni hareket etmeye ve vücudunu ısıtmaya teşvik ediyor. Her halükârda, yazın ve kışın çalışmak arasındaki farkı ben bu şekilde deneyimliyorum.
Kış aynı zamanda melankoli dönemidir. Günler kısalıp geceler onu ele geçirdiğinde, zihnin yasak bölgelere girme ihtimali daha yüksektir, o vakit alternatif kendini anlama biçimlerini keşfetmek için zihnin gölgelerine, ruhun karanlık köşelerine dalmak daha kolaydır. Kim olduğumuz genellikle ruhumuzun iyi tarafının bir yansımasıdır fakat varoluşumuzun temeli zihnimizin karanlığında oluşmuştur. İçinde bulunduğun çevre (hem fiziksel hem de mecazi anlamda) ne kadar karanlık olursa, ruhun gölgeleri de seni bir o kadar yoğun bir karanlığa sarmak için raflarından (saklandıkları yerden) çıkacak bir yol bulacaktır.  Sanırım bu yüzden kış çok sayıda depresyona sebep oluyor.
Her neyse, biz nasıl buraya vardık? Ah evet yaz, tatil ve iş. Bir sonraki sergine yazıyı da dahil edeceğini ve bunun bir ilk olacağını yazmıştın. Bu, soyutlama ile figürasyon arasındaki ilişki üzerine düşünmemi sağladı.
Esasında (organik) soyutlama alanında çalışmalarını sürdüren bir sanatçısın. Bu durumda yazının kullanımı, biçim olarak doğrusal ve rasyonel bir yapı gerektiriyor. Bu da sanatsal pratiğinin tam tersine tekabül ediyor. Heykellerin düşünceyi tetikliyor ve izleyicinin hayal gücüne geniş bir alan bırakıyor. Bu eserler biçimsel olmayan (informel) bilgiye dayanıyor. Yazılı metinlerse elbette biçimsel bir bilgiye dayanıyor, sergin kapsamında "Buna baktıkça beni hatırla" cümlesi hem oldukça şiirsel hem de pek çok farklı anlam taşıyor. Yine de bu sergide, estetik ile formlar arasında bir çatışma görülecek. İyi görüneceğine ve uyumlu olacağına inanıyorum. Aynı şekilde, yazılı kelimenin bir ifade biçimi olduğu bu mektup serisiyle beraber, biçimsel bilgi ve doğrusal ifade serginde önem kazanacak. Sanki kendini açıkça ifade etmek istiyorsun. Sen ne düşünüyorsun?
Marcus


23.09.2017
Mektup 9

 
Marcus’çuğum, mektubunun sonunda yazdığın gibi, evet sanırım becerebildiğim kadar kendimi ifade etmek istiyorum. Uçuşan fikirlerimi, geçmiş deneyimlerimi ve bu süreçte yaşadıklarımı aktarmaya çalışıyorum çünkü bunlar işlerimin oluşmasında çok önemli. Sana yazarken de, yaptıklarıma ve yapacaklarıma daha çok odaklanma fırsatı buluyorum ve bu durumdan çok hoşnudum.
Bu geçen zamanda yazılar için bir yazı karakteri seçtim, sırada (üç boyutlu) maketini yapmak var. Maket yapmayı çok önemsiyorum çünkü bütün defolar ortaya dökülüyor, bazı şeyler büyüdüğünde oranları çok rahatsızlık verebiliyor, o yüzden gergin bir süreçteyim. "Buna baktıkça beni hatırla" cümlesini paslanmaz çelikten yazmak istiyorum. Yüzeyi parlak ve ayna gibi olmalı. Bu aynamsı olma halini de çok önemsiyorum, çünkü bulunduğu yerdeki nesneleri ve kişileri yansıtabilecek ama bunu ayna gibi açık (hatta pornografik de diyebilirim) bir şekilde değil örtülü bir biçimde yapacak. Bu benim için bir muğlaklık ve hatırlatma alanı; çünkü böyle bir işi ben görsem, önce cümleyi okur ona yoğunlaşırım, sonra kendi yansımamı fark ederim. Nesnel bilinçten, kendilik bilincime geçerim. Cümlenin anlamı ile kendi yansımam iç içe geçer. Bu durum beni gene çocukluğuma götürdü. Çocukken vücudumdaki benlere bakar, üzerlerine parmak basarak, "Ben, ben, ben!" derdim ve ne kadar çok ben var diye şaşırırdım, çünkü ben tektim oysa vücudumda bir sürü ben vardı. Bir ara beni birçok noktasal benin oluşturduğu fikrine kanaat getirmiştim. Bir gün, tükenmez kalemle vücudumdaki bütün benleri çizerek birbirlerine bağlamıştım, böylece gerçek beni bulacağımı düşünmüştüm. O yıllarda Ankara'da sık sık sular kesilir, her istediğimiz zaman yıkanamazdık, o yüzden annemden de bir güzel azar işitmiştim, Türkçeyi de çok saçma bulmuştum, neden vücudumuzdaki noktalarla "ben" aynı kelimeydi. Sahi, neden ben? Elbette senden bir cevap beklemiyorum.  Niyetim cevap bulmaktan ziyade, işlerimin ve yaşadıklarımın kavranması.
Sergi için duvara hazırladığım metal heykeller de iyi gidiyor; patinelerine başladım, çıkan sonuçlardan çok memnunum. Patine yapmak da benim için suluboya resim yapmak gibi, hız, tazelik ve canlılığı koruduğum bir süreç, kurşun döküm çalışmalarında olduğu gibi... Patine uygulamasında ve kurşun döküm işlerimde ateş hep başrolde. Sanırım alevin canlılığı ve değişkenliği beni motive ediyor ve o süreçte geçirdiğim zamanlarda hiç bilinmeyen bir yerlerde geziyor gibiyim. Bu arkaik düşsel gezintilerin yanında bir de gerçekler var; geçen haftalarda bienal, birçok sergi açılışı ve Contemporary İstanbul vardı. Program yoğunluğundan üzerimden tren geçmiş gibi oldu ama bu hali de seviyorum ve tabii ki okullar da açıldı. Ömer bu sene lise birde, sanki ben okuyormuşum gibi sıkılıyorum. Bu klişe eğitim sistemini hiç sevmiyorum. Neyse bu da geçer, şimdilik böyle.
Sevgiler,
Günnur :)